Peygamber efendimiz buyuruyor ki; Cömerd olanların ikrâm etdiği ta'âm şifâdır. Neye şifâdır? Hem kalbe hem de bedene şifâdır. Asıl şifâ kalbe olur. Kalb hastalıkları çeşidlidir.. Her dürlü günâh işlemek kalbi hasta yapar. Kalbi hasta olmayan bir insanda, bir alâmet vardır. O da hubb-i fillah, buğd-i fillahdır. Sevdiklerimizi Allah için seveceğiz.. Nemâzı Allah için seveceğiz. Allahın düşmanlarını düşman bileceğiz. Allahü teâlâ hubb-i fillah, buğd-i fillahı kime öğretiyor? Musa peygambere. "Sen Allahı sever misin?" diyor. O da "Severim yâ Rabbî, nemâz kılıyorum, oruc tutuyorum, zekât veriyorum, herkese iyilik ediyorum, Allah sevgisi böyle olur" diyor. Allahü teâlâ Onu tasdîk etmiyor, kabûl etmiyor. Allahü teâlâ "Allah sevgisi sadece nemâzla, orucla olmaz, hubb-i fillah, buğd-i fillah ile olur" diyor. İslâmiyyet ne demekdir? Allahü teâlânın emr ve yasaklarıdır. Allahü teâlânın emr etdiği şeyleri seveceğiz, yasak etdiği şeylerden de kaçınacağız. İşte hubb-i fillah, buğd-i fillah budur. Îmânın alâmeti budur.
Bugün ise, müslimân diyârları denilen yerlerde seyâhat eden yabancılar, neşr etdikleri kitâblarda: (Bir doğu memleketine gitdiğimiz zemân evvelâ burnumuza bir kokmuş balık ve süprüntü kokusu geliyor. Her taraf pislik içindedir. Yerler tükürük ile doludur. Ötede beride toplanmış süprüntü ve ölmüş hayvan leşlerine rast gelinir. İnsan, böyle bir doğu memleketinden geçerken, iğreniyor ve müslimânların iddi'â etdikleri gibi temiz olmadıklarını anlıyor) demekdedirler. Bugün, İslâm devleti ismini taşıyan memleketlerde, îmân bilgileri bozulduğu gibi, temizliğe de tam riâyet olunmamakdadır. Fekat bunda kabâhat, İslâm dîninde değil, İslâm dîninin esâsının temizlik olduğunu unutan kimselerdedir. Fakîrlik, pis olmak için bir ma'zeret teşkîl etmez. Bir insanın yere tükürmesinin, ortalığa pislik saçmasının para ile hiçbir ilgisi yokdur. Böyle pislik yapanlar, Allahın temizlik emrini unutan bedbahtlardır. Her müslimân, dînini iyi öğrense ve buna riâyet etmiş olsa, bu pislik hemen ortadan kalkar. O zemân, başka milletler, müslimân memleketleri ziyâret etdiklerinde, tıpkı orta çağdaki müslimânlarda olduğu gibi, temizliğine hayran kalırlar.
Feridüddin-i Attar "rahmetullahi aleyh" hazretleri anlatır:
Vaktiyle bir şeyh, yıllarca yanında yetiştirdiği müridini, icazet vermeden evvel imtihan etmek ister. Onun eline iri bir pırlanta verip: "Oğlum" der "Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir. Talebe, elinde pırlanta bir bakkal dükkanına girer ve "Şunu alır mısınız?" diye sorar. Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği mücevheri alır; elinde evirir çevirir; sonra: "Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın" der. Talebe teşekkür edip çıkar. Bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği mücevhere ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncü olarak semerciye gider. Semerci şöyle bir bakar, "Bu, benim semerlere iyi süs olur. Bundan kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm." der. Talebe en son olarak kuyumcuya gider. Kuyumcu mücevheri görünce yerinden fırlar. "Bu kadar büyük pırlantayı nereden buldun?" Buna kaç lira istiyorsun?" der. Talebe sorar: "Siz ne veriyorsunuz?" "Ne istiyorsan veririm." Talebe, "Hayır veremem." diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: " Ne olur bunu bana sat. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim." Talebe emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker. Şeyhinin yanına dönen talebe büyük bir şaşkınlık içinde macerasını anlatır. Şeyh sorar: "Bundan ne anladın?" Talebenin verdiği cevap çok doğrudur: "Bir şey ne olursa olsun ancak değerini bilenin yanında kıymetlidir. Bu yüzden ilmi, ancak ehline vermek, ehlini bulunca sohbet etmek lazımdır."